Etiket arşivi: Kitap

Başlarım Şimdi Anneliğe

Başlarım Şimdi Anneliğe – Şermin Çarkacı

Başlarım Şimdi Anneliğe, güncel haliyle Şermin Yaşar’ın ilk kitabı. Kadınların bu soyad meselesi de baya zorluk çıkarabiliyor sanki değil mi? Konumuza dönecek olursak, Şermin Hanım bu kitabı kendi zorlu sürecinde istediği “geçer” diyecek bir el olarak algılamamızı istiyor. Başlarım Şimdi Anneliğe, anneliğe ve bebek bakımına güzel bir başlangıç için rehber kitap imiş. Elma Yayınları’ndan çıkan Başlarım Şimdi Anneliğe 160 sayfa, büyük puntolu, çocuk emzirirken dahi rahatça okunabilecek bir kitap.

İçerik olarak ise ilg başlarda karşılaşılan durumlar için genel geçer görüşler veya seçenekler ile yazarın ne yaptığını anlattığını bölümlerden oluşuyor. Şermin Hanım kitapta geniş dil ve kültürel miras bilgisini de döktürmüş.

Başlarım Şimdi Anneliğe gerçekten de şöyle aynı yollardan geçmiş bir annenin kendi deneyimini okuduğunuz, hatta üslubu nedeniyle sanki sohbet etmiş gibi olduğunuz, aralarda güldüğünüz, eğlenceli bir kitap. Moral oluyor mu? Oluyor. Bazıları kitapta yazılanlara çok kızar mı? Kızar. Olsun yine de eğlenceli. 😀

Bilinçli Bebek

Bilinçli Bebek – Aletha J. Solter

Bilinçli Bebek bence öncelikle isim olarak dikkat çekiyor. Bir bebek gerçekten ne kadar bilinçli olabilir? Aletha J. Solter’in bu kitabı doğal ebeveynlik yaklaşımını temel alıyor. Doğan Kitap’tan Ayşegül Cebenoyan’ın çevirisiyle çıkan Bilinçli Bebek 298 sayfadan oluşuyor.

Doğal ebeveynlik böyle kurallara, aman şöyle veya böyle yapmalıyım kalıplarına aldırmadan biraz içinizden geldiği gibi davranmanızı savunan bir yaklaşım. Aletha Solter’in bana ilginç gelen teorisi bebeklerin de tıpkı bizler gibi stres atmak için ağlamaya ihtiyaç duydukları. Solter’e göre çok hassas olan bebekler bazen sadece bu streslerini atmak için ağlama ihtiyacı duyarlar. Bu gibi durumlarda bebeği susturmaya çalışmak ya da dikkatini dağıtmak gibi yollara başvurmadan bütün dikkatinizi bebeğinize vererek onu kucaklayıp yanında olduğunuzu göstermek diyor Solter. Böylece bebeğiniz stresini atıp kötü deneyimlerin izlerinden de kurtulacak ve sonrasında çok daha rahat ve neşeli bir hale gelecek.

Bilinçli Bebek daha ziyade çeşitli durum ve sorunlarda çocuğunuza nasıl yaklaşmanız gerektiğiyle ilgili. Kendi yaklaşımlarımızın da altında çocukluğumuzda yaşadığımız ve ağlayıp aşamadığımız sorunlarımız tarafından belirlendiğini söylüyor aynı zamanda. Bu nedenle her bir bölümün sonunda kendi çocukluğumuza yolculuk yapmamız, bebeğimize karşı duygularımızı ifade etmemiz ve kişisel gelişim için dikkate alıp uygulamamız gereken şeylerin olduğu bir alıştırmalar bölümü bulunuyor.

Yenidoğan ihtiyaçlarından ağlamaya, beslenmeden uykuya, oyundan ceza ve ödül konusuna, tuvalet eğitiminden sınır koymaya gerçekten her konuda nasıl davranmanız gerektiğiyle ilgili bilgiler veriyor. Hali hazırda treni kaçırıp yanlış bir davranış kalıbı geliştirdiyseniz neler yapmanız gerektiği ve zor durumlarda kendi sabrınızı korumak için neler yapmanız gerektiğiyle ilgili fikirler de sunuyor.

Yardımcı fikirlerin esası ise gerektiğinde yardım istemekten ya da almaktan çekinmemeniz gerektiği; çünkü bebek bakımı 24 saatlik bir iş ve tek kişinin bunu hakkıyla yapması mümkün değil. Her şeyin annelere yüklenmemesi gerek.

Özellikle şu ağlayarak stres atıp kendini iyileştirme düşüncesi oldukça garip geldi bana. Bir bebeğin sadece stres atmak için ağlamak istediğini anlayabilmenin zorluğunun yanında ağlayan bir bebeği öylece kucağınızda tutup sakince onu dinlemek de inanılmaz zor. O an bebeğimin susması için her şeyi verebileceğimi düşündüğüm anları düşünüyorum da.

Orta yolu bulmak üzerine kurulu, her daim sakin kalmanızın gerektiği bir yaklaşım her ne kadar zor olsa da vaat ettikleri oldukça cazip. Esasen o kadar da düşünmediğim bir bakış açısı kazanmamı sağladı diyebilir. Kesinlikle tavsiye ederim, hatta muhtemelen ara ara geri dönüp tekrar tekrar elime alacağım bir kitap olacak Bilinçli Bebek.

Yeni Annelere Mucize Çözümler

Yeni Annelere Mucize Çözümler – Tracy Hogg ve Melinda Blau

Yeni Annelere Mucize Çözümler kapağında da karşımıza çıktığı gibi Newyork Times’ın en çok satanlar listesinden bir kitap. Tracy Hogg bu bebek bakımı konularında ün yapmış insanlardan bir tanesi. Hatta kendisine bebeklere fısıldayan kadın diyorlarmış. Kendisi bunu bebekleri gözlemlemeyi öğrenmesine bağlıyor. Gün Yayıncılık’tan çıkan kitap 416 sayfa. Çevirisini Aslı Kalem Bakkal yapmış.

Yeni Annelere Mucize Çözümler’in sunduğu en iyi çözüm anneyi psikolojik olarak rahatlatması bence. Tracy Hogg’un her şeye öylesine ılımlı ve anlayışlı bir yaklaşımı var ki, seçiminiz ne olursa olsun bundan suçluluk duymak zorunda olmadığınızı düşünmenizi sağlıyor. “Tabii ki şöyle yaparsanız daha iyi olabilir; ama çeşitli nedenlerle böyle yapmayı tercih etmiş olabilirsiniz, önemli olan annenin psikolojisinin iyi olması. Zorunlu olarak istemediği bir şeyi tercih eden annenin bebeğine iyi davranması mümkün olmaz.” tarzı bir yaklaşıma sahip olması kendi psikolojik sağlınızın her şeyinden önünde olabileceğini, kesinlikle ama kesinlikle gözardı etmemeniz gerektiğini öne çıkarıyor.

Hemen hemen her konuda bilgi mevcut. Yenidoğanınız ve ilerleyen dönemlerde bebeğinizle yaşayacağınız olası hemen hemen bütün sorunlara çözüm sunuyor. Hatta taşıyıcı annelik, evlat edinme, tüp bebek, prematüre bebekler gibi konulara dahi değiniyor.

Hepsinden önemlisi ise Tracy Hogg Yeni Annelere Mucize Çözümler kitabında kendi geliştirip adına E.A.S.Y. tekniği dediği beslenme, aktivite, uyku ve sizin zamanınızı kapsayan aşağı yukarı 3 saatlik bir düzenden bahsediyor. Her bir aşamayı bir bölümde ayrıntılı şekilde anlatıyor.

Benim gördüğüm kadarıyla bazı bebekler böylesi bir rutini kendiliğinden oluşturuyor, bazıları ise kesinlikle karşı çıkıyor. Kendi rutini olanlarda dahi atak dönemleri gibi bazı zamanlarda rutin şaşabiliyor. O nedenle saat kısmına sıkı sıkıya bağlı kalmamak veya illa ki olacak diye zorlamamak kaydıyla değerlendirilebilir bir sistem.

Şahsi deneyimimde neyse ki bebeğimiz zaten ağırlıklı olarak kendince böyle bir rutine sahip. Bu anlamda gerçekten çok şanslıyız. O nedenle Yeni Annelere Mucize Çözümler kitabından esasen yararlandığım noktalar; ağlamanın ilk aylarda bebeğin tek iletişim kurma aracı olduğunun farkına vararak bebek ağladıkça sinir krizine girmeyip ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışmak, bebeğin farklı durumlarda farklı şekilde ağladığına dikkat etme gerekliliği ile sağladığı psikolojik rahatlık. O rahatlık paha biçilemez bence. 🙂

Tuhaf Kütüphane

Tuhaf Kütüphane – Haruki Murakami

Tuhaf Kütüphane sanırım Haruki Murakami’nin şu an için en son dilimize çevrilen eseri. Diğer uzun kitapların yanında minik haliyle şaşırtıyor ilk ele alınca. Sonra öğreniyorsunuz ki “Büyükler için masal tadında bir hikaye” imiş kendisi. Gerçekten de öyle. Doğan Kitap’tan çıkan Tuhaf Kütüphane sert kapaklı, kalın kuşe kağıda basılmış, bol bol çizimler barındıran, 65 sayfalık bir hikaye.

Sürekli kütüphaneye gidip kitap okuyan bir çocuktan bahsediyor Tuhaf Kütüphane. Bir gün yine kütüphaneye gidiyor, aldığı kitapları geri veriyor, sormak istediği birkaç kitap olduğunu söyleyince kütüphane görevlisi onu bodrumda bir yere yönlendiriyor. Burada karşılaştığı yaşlı adam öyle güzel betimleniyor ki, aslında çizime gerek bile yok. Garip bir konuşma tarzı var yaşlı adamın, bir de sürekli azarlıyor. Korkuyor kahramanımız ondan. Korkuyla birkaç kitap istiyor. Yaşlı adam arkada bir kapıdan geçip uzun süre görünmüyor. Geri geldiğinde elinde kalın kalın 3 kitap var.

“Kütüphaneden çıkartılması yasak bu kitapların.” diyor yaşlı adam, “Okumak istiyorsan burada okumak zorundasın.” Ve kahramanımızı adeta bir labirent olan koridorlardan geçirip okuma odası yazan bir yere götürüyor. Orada Koyun Adam ile karşılaşıyorlar.

“Kent kütüphanelerinin bütçesi hep azdır, böyle bir labirenti bırak minik bir labirent yapmaya bile yetmez.” diye düşünüyor kahramanımız. Yemeğe geç kalırsa annesinin endişelenmesinden korkuyor bir yandan da; ama yaşlı adamdan daha çok korkuyor. Hem zaten kimseye hayır diyemeyen biri değil mi? Sonunda bir hücreye kapatılıyor, elindeki kitapları 1 ay içinde ezberlerse özgürlüğüne kavuşabileceğini söylüyor yaşlı adam. O gittikten sonra da Koyun Adam bunun gerçek olmadığını söylüyor. Kitapları ezberlediğinde yaşlı adam onun beynini yiyecek; çünkü bilgiyle dolu olan beyin yumuşacık ve çok lezzetli olur imiş. Kütüphaneler sadece kitap ödünç vermek olamaz ki, kütüphanelerin ne çıkarı olacak öyle olursa. Bütün kütüphanelerde böyle yerler var. Bütün kütüphanelerde yapılıyor bu.

Bu arada Koyun Adam her yeri gerçek koyun postuyla kaplı kısa bir adam. Yaşlı adamdan o da çok korkuyor, istemese de söylediklerine uymak zorunda yoksa kurtlarla dolu bir küpte 3 gün geçirir. Çok korkunç… Üstelik yaşlı adam arka cebinden çıkardığı sopayı Koyun Adam’ın yüzüne vurunca ona karşı gelemez oluyor. Sopanın sihirli bir gücü mü var acaba?

Kahramanımız istemese de sıkıntıdan kitapları okumaya başlıyor ve çok ilginç bir şekilde okuduğu her şey aklında tamamen kalıyor. Kendisi kitabın yazarıyor oluyor sanki… Akşam yemeğini bir kız getiriyor, çok güzel bir kız. İşaretlerle konuşuyor ve ağlayıp sızlanmamasını söylüyor. Hilalde kaçılabilir çünkü, yaşlı adam o zaman deliksiz uyur. Birlikte kaçabilirler. Koyun Adam da dahil olmak istiyor.

O gün gelince kız kendisinin muhtemelen gelemeyeceğini; ama daha sonra kaçacağını söylüyor. Koyun Adam onu hücreden çıkarıyor, sessiz olmaları gerektiği için yürürken gıcırdayan yeni deri ayakkabılarını geride bırakmak zorunda kalıyor. Defalarca kaybolduktan sonra labirentten çıkmayı da başarıyorlar. Kapıyı açıyorlar ki yaşlı adam karşılarında! Yanında da çocukken kahramanımıza saldıran köpek. Köpeğin ağzında kendi kuşu. Korku, üzüntü, dehşet… Köpeğin ağzındaki minik kuşun kıpırdanmaya ve sonra büyümeye başlamasıyla yerini alan şaşkınlık, umut… Kuş kocaman bir hal alıp yaşlı adam ve köpeği duvara sıkıştırıyor. “Siz kaçın, ben sonra geleceğim.” diyor kuş kılığına girmiş kız. Kaçıyorlar koşarak. Kendilerini bir parkta yere atıyorlar daha fazla koşamayarak. Kahramanımız kendine geldiğinde ise Koyun Adam ortadan kaybolmuş oluyor.

Eve döndüğünde kuşunun gerçekten de olmadığını görüyor. Annesi ne ayakkabılarını soruyor ne de üç gündür nerede olduğunu. O da kuşunu sormuyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar; ama kahramanımız bir daha kütüphanelere hiç gitmiyor. Rüya mı gerçek mi olduğunu ayırt edemediği bu olayların sonunda kuşunun ve ayakkabılarının artık var olmadığı gerçeğinden başka bir şey kalmıyor elinde…

Tevekkeli büyükler için değil Tuhaf Kütüphane. Zaten kütüphaneleri pek kullandığımız söylenemez, bir de böyle korkarlarsa çocuklar ne olur halimiz? Büyüklere özgü olarak kalsın Tuhaf Kütüphane. Şöyle bir oturup ayaklarınızı uzattığınızda alın elinize, okuyuverin hemen. Sessizce kapatın kapağını. Duymasın bizim kütüphaneciler. 🙂

kuyucaklı yusuf

Kuyucaklı Yusuf – Sabahattin Ali

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin üç romanından ilki. Tan gazetesinde yayınlanmaya başlanmasına rağmen bu yayın kesintiye uğruyor ve Kuyucaklı Yusuf ancak 1937’de kitap olarak karşımıza çıkıyor. Ben KYK’dan çıkan Sabahattin Ali Bütün Eserleri – Eleştirel Basım baskısından okudum.

Eleştirel bölümde kitaplar, Sabahattin Ali’nin kişisel eşyaları arasından çıkan müsveddeler ve gazete tefrikaları arasındaki farklar yer alıyor. Kuyucaklı Yusuf bu farklılıkların gösterildiği kısım hariç bu kalın baskının 223 sayfasını kaplıyor.

Hikayeye gelecek olursak; Yusuf kuyucak köyünden, küçücük yaşında ailesinin hiç yoktan evlerinin ortasında katledilmesine tanıklık etmiş bir köylü çocuğu. Saldırganlarla kavgaya bile tutuşuyor, bu sırada sağ elinin baş parmağı kopuyor ama adamların korkup kaçmasını sağlıyor anlattığına göre. Salahattin Bey o dönem ilçe kaymakamı, bu çocuğa çok acıyor ve evine alıyor.

Salahattin Bey gençliğini dolu dolu yaşamış, orta yaşlara gelince ise bir anda artık hayatını biriyle paylaşması gerektiği düşüncesine kapılıp kendinden oldukça küçük bir kızla evleniyor. Şahinde ile başlarda bir şeyler paylaşmaya çalışsa da bunun imkansız olduğunu anladıkça hayat enerjisi, bir şeylere olan inancı ve evde vakit geçirme isteğini tamamen kaybediyor. Tek bir bağı kalıyor geriye; kızı Muazzez. Masum, güzel bir kız… Şahinde zaten her şeyden şikayet ederken tabii ki Yusuf’tan da şikayet edip kıyameti koparsa da Salahattin Bey’in alttan alışı, Yusuf’un Salahattin Bey’e olan saygısından Şahinde’ye sesini çıkarmaması, Yusuf’un Muazzez’e bakıcılık etmesi bir süre sonra Şahinde’nin de susmasını sağlıyor.

Kaymakamın Edremit’e tayini çıkıyor. Zorunlu olarak ilk okulu okuyup başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen Yusuf herkesten uzak, her şeye ilgisiz, sadece ve sadece Muazzez’le ilgili, ona kıyamayan bir hayat sürdürmeye başlıyor. Kaymakam ne kadar uğraşsa da Yusuf’u ilme heveslendiremeyince sonunda o da salıyor ipin ucunu. Yusuf bol bol aylaklık ederek, kaymakamın aldığı küçük tarla ve zeytinliğin işlerine göz kulak olarak günlerini geçirip büyüyor.

Bu sürede Muazzez güzel bir güzel bir kız olarak 15 yaşına geliyor ve o dönemde doğal olarak genç erkeklerin ilgisini çekmeye başlıyor. Fabrikatör Hilmi Bey ve oğlu Şakir sapık eğlenceleri ve zenginlikleriyle meşhur ilçede. Olaylar gelişiyor ve Şakir gözünü Muazzez’e dikiyor. Kaymakam’ın hayır demesini engellemek için bütün aile dolaplar çevirmeye başlıyor. Anne Şahinde’yle ahbaplığı ilerletip Muazzez’e, Şahinde’ye sürekli hediyeler vererek gözlerini boyamaya çalışıyor. Baba oğul kaymakamı kumar borcuna sokuyor. Sonunda da kızı istediklerini söylüyorlar. Şahinde dünden razı, kaymakam önce kabul etmese de borcun etkisiyle sonradan kabul etmeye meylediyor.

Bu sırada Yusuf tarlaya çalışmaya gelen bir kadın ve kızıyla ilgilenmeye başlıyor. Kendisi de köylü olduğu için bu insanlara daha yakın hissediyor kendini sanırım. Yardım olsun diye erzak alıp evlerine gitmişken işin içinde bir şeyler olduğunu, bu ana kızın daha önce Hilmi Bey’in yanında çalıştığını öğreniyor. Anne başlarına gelenleri anlatırken Şakir’in yakın arkadaşı Hacı Ethem kapıda görünüyor, kadını sıkıştırırken Yusuf Şakir’in boğazına sarılıyor ve arada derede bıçaklanıyor.

Muazzez ve Şakir işi ciddiye binip kaymakam da artık pes ederken Yusuf ana kızın hikayesini anlatmasını istiyor kendine ve babasına. Tahmin edildiği üzere Şakir Kübra’ya sarkıntılık ediyor, tuzaklar kurup sonunda da emeline fazlasıyla ulaşıyor. Tehdit edip Yusuf’a tuzak kurmak amacıyla yardım etmelerini istiyor. Mecbur kalıp başta kabul etmiş gibi olsalar da kız isyan edince Yusuf’a hikayeyi anlatmaya başlıyorlar ve olayların ondan sonraki kısmını zaten biliyoruz.

Bunları duyunca kaymakam ve Yusuf karşı çıkıyor; ama ne Şahinde’ye ne de Muazzez’e bir şey söylemiyorlar. Muazzez ve Yusuf bu konuda atışırken Muazzez de isyan bayrağını çekiyor. Sessiz sedasız Yusuf’a aşkını ilan ediyor, karşılıklı olduğunu öğreniyor. Sevinçten uçmaları gerekirken Yusuf tutturuyor olmaz bu iş diyerek kendini geri çekmeye. Ayrıca kaymakamın kumar borcu için bakkal arkadaşı Ali’den borç alıyor. Karşılığında da Ali’nin Muazzez’le evlenmesine izin vererek. Ortalıkta net bir şey söylenmese de herkes kendi çapında düğün hazırlıklarına başlıyor, Ali çok heyecanlı. Tam bu sıralarda başka bir arkadaşlarının düğününde alkolün de etkisiyle Şakir silahını çekip Ali’yi vuruyor. Kimse ne şahitlik yapmak istiyor ne de olaya başka şekilde dahil olmak. Zar zor şahit yazılanlara Hacı Ethem para verip yalancı şahitliğe ikna ediyor. Jandarma komutanına da daha yüklü bir rüşvetle silahı değiştiriyor. Herkes aynı yolun yolcusu esasen. Kimse Şakir’in beraat etmesine şaşmıyor.

Bütün bunlara rağmen Muazzez’den kaçmaya devam ediyor, karşılıklı aşklarına rağmen aynı evin içinde dahi duramayan iki genç. Yusuf’u güçlükle yakalayan Muazzez böyle devam ederse başkalarına gideceğini ima ediyor. Yusuf sinirlenip evden çıkıyor yine; ama aklına takılıyor sürekli bu laf. Geri dönüyor, öğreniyor ki Muazzez Şahinde ile Hilmi Bey’in bağ evine gitmiş. Çarşıya gidip atlı araba kiralıyor. Bahçedeki Muazzez’i olduğu gibi kapıp kaçıyorlar.

Arkadaşı bir süre sonra Şahinde’ye haber veriyor. Edremit’te herkes onları kardeş sandığı için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Şahinde de kalbi iyice kötüleşen kaymakama bir şey olduğunu sanıyor. Apar topar eve dönüyor ki kimse yok. Jandarmaya başvuruyorlar aransınlar diye. Çevre köylere aramaya giden jandarmaların hepsi işleri ne kadar ağırdan alabiliriz acaba yarışında oldukları için sonuç almaları pek mümkün olmuyor. Birkaç gün sonra bir adam Yusuf’un kiraladığı atlı arabayı getiriyor. Kaymakama götürüyorlar hemen. Adam diyor; “Bir şeyleri yok evleniyorlar, buraya dönmeye niyetleri yok, haber vermek için beni gönderdiler.” Kaymakam adama dil döküp birlikte dönmeye ikna ediyor. Gidip Yusuf’la konuşuyor: “Evin halini biliyorsun oğlum, siz de olmazsanız ben nasıl yaşarım?” diyerek dönmeye ikna ediyor.

Bir süre sonra her şey unutuldu sanılarak hayata devam ediliyor. Kaymakam Yusuf’a kaymakamlıkta katiplik işi ayarlıyor. Memur oluyor Yusuf, Muazzez çok mutlu. Kader de ağlarını örmeye devam ediyor. Kaymakam kalp krizi geçirip ölüyor. Yeni kaymakam genç biri, Hilmi Bey’le hemen ahbap oluyor ve takıyor kafayı Yusuf’a. Yusuf’a vergi tahsildarlığı görevi verip sürekli komşu köylere gitmesini sağlıyorlar. Yusuf günlerce haftalarca eve dönmüyor, ekonomik durumları giderek daha da kötüye gidiyor, Şahinde isyan edip eğlencelere gidiyor. Sonunda kızını da ikna edip onu da götürmeye başlıyor, hediyelere yapıyor yine.

Bir süre sonra eğlenceler Şahindelerin evinde yapılmaya başlanıyor. Muazzez’i alkole alıştırıyorlar. Hilmi Bey, Şakir, kaymakam ve jandarma komutanı baş misafirler. Bir gün Yusuf eve erken dönüyor ve bir haller olduğunu anlıyor; ama korkuyor düşünmekten bile. Şahinde’yle konuşuyor, yalvarıyor ona karısını olduğu gibi bırakması için. Yine göreve gidiyor, ama ulaşabildiği ilk köyde hasta olup yatağa düşüyor. Kalkabildiği ilk an geri dönüp evdeki içki alemini görüyor. Silahını çıkartıyor, düşüp sönen lambanın bıraktığı karanlığın içinde sessizliği silah sesleriyle bozuyor. Çıt çıkmayan odaya sesleniyor sonra:

“Muazzez!”

“Yusuf!”

“Gel Muazzez”

“Geldim Yusuf”

Muazzez’i kaptığı gibi atına atlıyor ve yine kaçıyorlar. Bir süre sonra Muazzez’in vurulduğu anlaşılıyor. Karanlık, soğuk bir gecede sığındıkları ağacın altında sabaha çıkamıyor Muazzez. Boynunda vurulduğunu görüyor Yusuf. Donmuş toprağı kazarak karısını gömüyor, bu bir türlü kendini ait hissedemediği topraklardan, hayattan uzaklaşmak istercesine, devam etmesi gerektiği düşüncesiyle yola devam ediyor.

Kitap böyle bitiyor. Düşüncelerime gelecek olursak; kadınların çoğunun ancak eğlence ve zengin koca peşinde olduğu, memurların o zaman da işlerini yapmadığı, paranın her kapıyı açtığı, rüşvetin kol gezdiği, halkın devlete ne inandığı ne de dahil olmak istediği, insanların daha o zamanlardan “Aman şahit yazarlar” düşüncesine sahip olduğunu görmek oldukça üzücü. Diğer taraftan da düşünmekten kendini alamıyor insan. Acaba yerleşik hayata geçerek mi bu hale geldik? Göçebe halde yaşarken insanlar böyle davranabiliyor muydu? Hani yiğitlik, dürüstlük, çalışmak değil miydi asıl fazilet? Türk milleti hep mi böyleydi? Eğer cevap hayırsa, hangi noktada bu hale geldik?

What You See Is What You Get: My Autobiography – Alan Sugar

What You See Is What You Get, Alan Sugar’ın fakir bir ailenin küçük oğlundan baronluğa uzanan hayat hikayesini anlattığı bir otobiyografi kitabı. Kitap 2011 yılında, 640 sayfa olarak yayınlanıyor. Ben e-kitap okuduğum için sayfa sayısını ancak araştırınca öğrendim; ama uzun bir kitap olduğunu anlamamak elde değil. Ara vermelerle birlikte ancak 3 ayda bitirebilmişim, ki bu haftada 1 kitap hedefimi alt üst etmeye fazlasıyla yettiğini gösteriyor.

Alan Sugar gerçekten küçüklükten başlıyor anlatmaya. Ailesinden, çevresinden, ekonomik durumlarından, okul arkadaşlarından bahsediyor. Daha okul yıllarında keşfettiği girişimci ruhunun erken yaşlarda kazandırdığı paraları anlatıyor. Okula devam etmeme kararı alıp bir bakanlığın sınavına giriyor. Kazanıp çalışmaya da başlıyor; ancak hem ortamın kendisine uygun olmaması hem de dışarıda yaptığı ek işlerden elde ettiği gelirin daha cazip gelmesi girişimci ruhunu okşuyor ve bakanlıktaki işinden ayrılıyor. Tamamen satış işine giriyor: önce birinin yanında, sonra toptancılardan aldığı malları satarak, en son da kendine şirket kurarak. Amstrad şirketinin kuruluşunu anlatıyor. Sadece ücret karşılığı çalışan ve aksinin olabileceğine inanmayan babasının ‘Peki şimdi senin paranı kim ödeyecek?’ sorusuna rağmen kendi işlerini yapmanın peşinden koşuyor.

Eşiyle nasıl tanıştığını, nasıl evlendiğini, eşinin ailesini, kendi ailesini, çocuklarını da anlatıyor arada. Kendi şirketinde çalışmak isteyen çocuklarının da ilk adımdan başladığını, onlara kesinlikle ayrıcalık yapılmaması gerektiği konusunda çalışanlarına da talimat verdiğini, kendisinin de yapmadığını anlatıyor. Böylece en azından çalışma konusunda başarılı çocuklar yetiştirmeyi başarabilmiş. Ancak ne olursa olsun en çok göreceğiniz şey her ayrıntısıyla iş. Kendini tamamen işe adamış biri. Yaptığı anlaşmalar, girişimler, ortaklıklar, üretim süreçleri hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler var.

Amstrad giderek büyüyor, halka açılıyor, değerleniyor ve değerleniyor. Bir dönem zor durumda olan bir spor kulübünü satın alıyor. Spor kulübüyle ilgili bölümler de oldukça uzun. (İşin aslı bu kısımlarda o kadar sıkıldım ki atlayarak okudum.) Şirketin durumu, değişen ekonomik koşullar vs. ile ilerliyor kitap.

Türkiye’de de Çaylak adıyla çekilen, The Apprantice adlı yarışma programını yapmaya başlıyor. Özgün ve kendinden emin tavrı insanları çok etkiliyor, program büyük bir başarı elde ediyor. Ben de Alan Sugar’ı bu programdan biliyorum zaten. Ortalama 12 kişinin katılıp iki takım halinde haftalık görevlerle kıyasıya yarıştığı ve sonunda Alan Sugar tarafından işe alınma ya da Alan Sugar’la ortak olma şansını elde ettiği bir yarışma programı. Oldukça eğlencelidir, girişimci bir ruhunuz varsa çok şey öğrenebilirsiniz.

Bir dönem bakanlık teklifi alıyor. TV programını bırakmak istemediği için sadece danışman olarak Lordlar Kamarası’na katılıyor. Eski dönemlere özlemle bir dev haline gelen şirketini satıyor ve girişimci ruhunu yeniden yakalayabileceği küçük bir şirket kuruyor. Emeklilik yaşı gelmiş; ama hala tutkulu, tutkusunu kaybetme noktasında kendine yeniden bir tutku oluşturan/bulan bir iş adamı, Lord Alan Sugar olarak bitiriyor kitabını.

Tarih Nedir? – Edward Hallett Carr

Tarih Nedir, Edward Hallett Carr’ın 1961’de yazıya aktardığı üniversite konuşmalarından oluşuyor. Benim okuduğum Carr’ın tamamlayamadığı ikinci baskı için aldığı notların da yer aldığı 1987 baskısından Misket Gizem Gürtürk çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından 1996’da yayınlanan son baskı. Kitap 252 sayfa. Giriş, Giriş Notu, İkinci Baskıya Önsöz derken kitabın Carr’ın yazdığı kısmı ancak 57. sayfada başlıyor.

Tarihçi olup olmadığı tartışmaları bir yana Edward Hallett Carr belki de bu nedenle klasik İngiliz Tarih eğitimi ve akımlarına bağlı olmadan, Dış İşleri Bakanlığı’ndaki görevinin de verdiği bilgilerle dönemindeki İngiliz tarihçilere kıyasla oldukça farklı bir bakış açısı yakalayabilmiş.

Herhangi bir olay tek başına tarihi olgu olur mu? Bir olaya tarihi olgu demek için neler gerekir? Carr “Bilerek ya da bilmeyerek belirli bir dünya görüşüne sahip kişiler kendi görüşlerini destekleyen olayları saklamaya değer gördüğü için tarihi olgu olarak belirlemiştir.” der. Bunu belirleme üzerinde çok fazla etken vardır, tarihçi ne genel olarak bulunduğu yer ve çağdan ne de gördüğü şeylerden bağımsız değildir. Bunların etkisi olayları değerlendirirken de muhakkak görülür.

“Hiç kimse kendi içinde bütün bir ada değildir; herkes kıtanın bir parçası, karanın bir kısmıdır.” Tarihçi çevresinde olanlardan etkilenmeden ne geçmiş olayları ne de o anda şahit olmakta olduğu olayları değerlendiremez. Bununla birlikte “Tarihçinin tek bir kişinin ya da bir köyün başına gelen bir olayı önemsemesine gerek yoktur. Aynı olay binlerce köyde milyonlarca insanı etkiliyorsa o zaman da göz ardı edemez.”

Tarihçinin ahlaklı olup olmadığıyla ilgili düşüncelerini ise şu şekilde dile getirir Carr: “1780 ile 1870 yılları arasında Büyük Britanya’nın endüstrileşmesi öyküsünü ele alalım. Hemen her tarihçi endüstri devrimini belki de hiç tartışmadan büyük ve ileri bir başarı olarak ele alır. Aynı zamanda, köylülerin topraktan atılıp, işçilerin sağlığa aykırı fabrikalara ve berbat konutlara tıkılmalarını ve çocuk emeğinin sömürülmesini de anlatacaktır… Muhtemelen, gene söylemeden, hiç değilse ilk aşamalarda, bir ölçüde zorlama ve sömürünün endüstrileşmenin bedelinin kaçınılmaz bir parçası olduğunu varsayacaktır. Öte yandan, ben, bu bedeli düşünerek, ilerleme engellenseydi ve endüstrileşmeseydi diyen bir tarihçi de duymuş değilim…”

Tarihçi olayları sadece öylece anlatmaz. Bunların arasında neden-sonuç ilişkisi aramak durumundadır. Tarihi birbirinden bağımsız olaylar gibi anlatıp edebiyata ya da geçmişin anlamını akıl üstü bir güce bağlayıp ilahiyata da dönüştürebiliriz.

Carr’a göre tarih, insanların yapamadıklarının değil, yaptıklarının kaydıdır; bir ilerlemedir. “Durağan bir dünyada tarih anlamsızdır.”

“Bir yerlerden gelmiş olduğumuz inancı, bir yerlere gitmekte olduğumuz inancıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak vazgeçer. İlk konuşmamın başında söylediğim gibi, tarih hakkındaki görüşümüz, toplum hakkındaki görüşümüzü yansıtır.”

Kitabın son bölümünde görüleceği üzere Carr ikinci baskı için bir nevi eleştirilere cevap vermeyi, üzerinde az durduğunu düşündüğü konuları açmayı ve hatta belki yeni bölümler eklemeyi düşünüyormuş. Düşüncelerini gerçekleştiremeden dünyadan ayrılmış maalesef.